28 Kasım 2011 Pazartesi

Eğitim şart derken?

Henüz 7 yaşındaydım. Öğretmen Türkçe kitabında yer alan bir şiiri, tahtaya kalkıp okumamı istemişti. Eyvah! okuma yazma bilmiyordum ki; zaten daha iki ay geçmiş 1. sınıfa başlayalı. Harfleri bile tanıyamamışım. Alfabe karmakarışık matrix şeridi gibi zihnimde. Bütün sınıf gülecekti halime, kahkahalar havada uçuşacaktı. Ne yapabilirdim? Polat Alemdar gibi yürekli, en az onun kadar başım dik geçtim sıraların arasından. Orhan Veli edasında açtım sayfayı. Benim annem güzel annem beni al kollarına, dudağınla şarkılar söyle bana. Ağzımdan kelimeler akıyordu. Herkes beni dinlemekteydi. Saygıyı hissettim, saygınlığı hissettim. Ama birisi vardı ki bana hiç saygı duymadı. Cümlelerimi bağırarak kesti. Suratıma parmaklarının haritasını çizdi. Bütün sabilerin yüreği benimle, gözleri kocaman kocaman olmuş korku filminde. Ne bir gülücük ne bir kahkaha…

Bir tek o anlamıştı şiiri okumak yerine aklıma gelen ilk şarkıyı okur gibi söylediğimi. Zaten kaç kişiydi ki okuma yazmayı söken sabi. Tembeller kümesinin en arka sırasına yolladı beni. Adeta öteledi.

O gün tanıştım Osmanlıyla, ertesi gün uyandığımda fark ettim yanağımda gül bitmediğini. Ve yine ilk o gün hissettim Orhan Veli’yi. Ben şiirimi okudum ama öğretmenim sesimi duymadı mısralarımda. Dokunamadı yüreğime elleriyle.

Orta okula gittim sonra. Kızların orkitle, erkeklerinde Çok Ünlü Kişiyle( büyük harfleri bir araya getir ) tanıştıkları zamanlar. Erken ergen kızlarımız ders ortasında hocadan izin alıp gerine gerine tuvalete giderler; döndüklerinde ise arkadaşlarına yok henüz gelmemiş anlamında kaşlarını kaldırırlardı. Bir erkek arkadaşım her gün yeni bir el hareketi sunardı bize ama favorisi maymun gibi iki parmağının arasından dilini sallamaktı. Kimisi ohh yeaa beybii demeye başladı. Evrim basamaklarını üçer beşer düşmekteydik.

Lisede anladım kandırıldığımı. Profesör olacağım diye girdiğim lise, 3 sene de bütün öss müfredatını silah gibi dayadı beynime. Rus ruletiydi bu! İki kişiden biri ölmek zorundaydı. Galoplara dizip hipodromlar da yarıştırdılar bizi. Birinin psikolojisi bozuldu, birinin karnına kramplar girdi . Memur zihniyetli hocalarımız sayesinde bom boş 3 senem geçti. Hayatta kalan arkadaşlarım üniversiteye kapağı atınca ben oldum dedi. Kuponu tutan dershaneler tribünde şak şak alkış tuttu. Ebeveynler evlatları için sevinçten ağladı. O pırıl pırıl evlat bile anlamadı boynuna takılanın madalya değil yular olduğunu.

Zaten hayat lisedeki bilgilerle dönmemekte. Yer çekimi kanunu öğrendikte ne oldu? Ayağı yere basan kaç insan evladı var çevremizde ?
O maymun arkadaşım şimdi avukat oldu. Türlü şebekliklerle bizleri savunacak. Ailesi fakir öğrenciler tıp fakültense yöneldi. 6 yıl çektikleri işkencelere bilenerek bizleri parçalayıp paraya çevirmek için sabırsızlanmakta. Bir çok doktorun neden özel bir muayene açmak istediğini hiç düşündünüz mü? Yada neden her önüne gelen hastaya ameliyat dediklerini ? Peki binlerce öğretmen adayının açıkta kaldığı bu ülkede hala eğitim fakültesine yerleşmeye çalışan insanların neden olduğunu ? Bu kadar mantık hatasına sahip, bu kadar yapay bir eğitim sisteminin içinde yetişmiş insanlar, kutsal meslek idealizmini öldüren sorumluları sorgulayabilir mi?

Bir ülkede eğitim seviyesini anlamak istiyorsak sadece istatistikler bakmamalıyız. İstatistikler mini etek gibidir, belli bir gerçeklik sunar ama esas görmek istediğimizi bize vermez. Yapmamız gereken toplumun el üstünde tuttuğu insanlara bakmak. İşte o zaman gerçeklik bütün çıplaklığıyla karşımızda. Biz daha kendi dilini tam olarak bilmediği halde, Kürtçe ağıt yaktı diye Kürt kadınına kin besleyen, kıvırtan çocuklara fahişe gözüyle bakan, şöhret sevdalısı kızları set arkalarında patlatan ve siyaset adı altında bir dediği bir dediğini tutmayan soytarıları sırtında taşıyan, onlara çanak tutan, alkışlayan bir toplum haline geldik. Keşke parmağımızı boğazımıza kadar sokup bütün pislikleri kusabilsek.

Ben mi? Ben mi ne yapıyorum?

Ben hala Orhan Veli’yim. Ve biliyorum ki hepinizin yüreği hala benimle, gözleri kocaman kocaman olmuş korku filminde. Ne bir gülücük ne bir kahkaha. Lütfen tembeller kümesinin en arka sırasına atılmamı izlemeyin yine; zira Osmanlı değiliz artık ve memleketimde gül nesli tükenmekte. Dokunun göz yaşlarıma ellerinizle.Her şey o ellerde… O ellerde…

20 Kasım 2011 Pazar

Yazmak...



Eli kalem tutan her insan kendini farklı zanneder. Sokakta yürürken, arkadaşlarınla vakit geçirirken ya da kafe de oturmuş çayını karıştırırken herkesten farklı durduğunu sanırsın. Sırf suyun altın da biraz düşünmek için annesine koktum bi duş alayım diye yalan söyleyen tek insan evladının sen olduğunu varsayarsın. Rakı masasın da balığın haliyet i ruhiyesi sadece senin aklına gelir.

Bir nevi ergen psikolojisi. Dünya – merkez teoremi…

Yazarken kendin olmak çok önemli. Konuşma dili ile yazı dili arasın da dağlar olan insanlar tanıyorum. Hiç empati yapamayan sadece doğduğu kimliği savunmak adına beynini gereksiz doldurmuş bir adamla, ırkçılık üzerine konuşmak gibi; kafamı sallayıp geçiyorum. Kötü düşünceyi silmek sıfırdan bir düşünce yaratmaktan çok daha zor. Yazı dili ile konuşma dilinin arasındaki uyum da böyle. Yazmak için yazan kişi, kafasındaki kalıba girebilmek adına kendini zorlayandır. Ama ister içini dökmek, ister farklı olmak, ister arkasın da kalıcı değerler bırakmak için olsun hiç fark etmez, yazan insana saygı duyarım.

Ben atasözlerini çok severim o kadar sade ve özlüdürler ki aynı çekirdeğin için de ki mevve gibi. Yazının da böyle bir kutsallığı olduğuna inanıyorum. İçerisinde matematik de barındırır psikoloji de. Evimizin çatısı gibi örter insanı. Edebiyat anlayana büyüleyici bir dünya, anlamayana ise zor ve karmaşık bir konu. Kimisi bir tek okuyanı dahi olmasa da kendini daha insan hissetmek için yazar.

Benim hayalim de siyah dalgalı saçlı, zeytin gözlü, minyon bir çocuk var. Sandalyeye oturduğun da ayakları hava da kalan bir çocuk. Babasının kütüphanesin den rastgele aldığı kitabımı ayaklarını sallayarak, beklide anlamadan okuyan bir çocuk. Okurken beyninin arka odalarına hapsettiği cümleyi, yıllar sonra kafası güzelken bir kadına söyleyeceğini ve kadını kendisine aşık edeceğini de bilmiyor. Sırf o çocuk için yazmaya devam etmek benim için kafi...

1 Kasım 2011 Salı

Bir Siyasetçi'nin iç sesi

Lütfen sadece yeni bir deprem, kadın ölümü, şehit cenazesi yahut ekonomik kriz olduğunda sesimizi çıkartalım. Uyuyan var.

Hem olan oldu artık.Daha fazla konuşmanın bir yararı var mı? Yarın gündem değişecek. Bu kadar yaygaraya ne gerek var? Twitter'da trending topic olmak yetmiyor mu? Yeteri kadar konuştunuz. Şimdi evli evine, köylü köyüne.Biz de gerçek işimize dönelim artık. ülke yönetiyoruz burda ülke.

sesini yükseltme çapulcu! Sağır yok burada! Her şeyi duyuyoruz, söylemediklerini bile. Sadece umursamıyoruz.



Der ve pis bir gülümsemeyle yer yatağında uyuttuğu halkının arasından uzaklaşıp sırça köşkündeki kuş tüyü yatağına gider...

30 Ekim 2011 Pazar

Melankoli

İçim sıkıldı. Apar topar kalktım yatağımdan, açtım pencereyi sonuna kadar; tşörtümden içeri giren rüzgar, uçsuz bucaksız deniz... Yine uzaklara daldı gözlerim... Sonsuz melankoli...

YALAN SÖYLEDİM!


İçim sıkıldı. Apar topar kalktım yatağımdan, açtım pencereyi sonuna kadar; kulağımı tırmalayan araba sesleri, her taraf apartman... Yine tek dost sigara...
Sınırlı melankoli...

29 Ekim 2011 Cumartesi

Anlayana


"Hür Adam: Bediüzzaman Said Nursi" Bu filmi izledim biraz önce Atatürk, bu kadar mı sığ, din ve kürt düşmanı, avrupa özentisi, cahil, aşağılık bir adam olarak gösterilir ? Şunu anladım ki; bu topraklarda bir Atatürk düşmanlığı yeşertilmeye çalışılıyor. Çünkü onlar da biliyorlar ki Atatürk algısını ve onun eserlerini yok etmeden bu topraklar da at oynatamazlar... At bile atar üstünden...

19 Ekim 2011 Çarşamba

Hadi biri okey desin

Ankara’ da kaç tane kahvehane ya da modern adlarıyla bilarda ve oyun salonları var? Büfe sayısından fazla mı? Her sokakta olmasa da her mahalle de bir den fazladır sanırım.
Bu mekanlara düzenli olarak giden erkek nüfusu ne kadar dır? Bu kişilerin toplam erkek nüfusuna oranı nedir? Peki bu erkek nüfus ne gibi ortak özelliklere sahip? Ne yerler? Ne içerler? Acaba marka takıntıları var mıdır? Konuşma biçimleri nasıldır? En çok hangi oyunu oynarlar dersiniz? İşletme sahibi hangi kanalları açık tutar mesai sonuna kadar?

Soru sayısını arttırmak mümkün. Bu mekanlar çoğunlukla erkeklere has yerler. Dünyanın başka neresinde böyle kadınların giremediği, sadece erkeklere özel mekanlar var mı merak etmekteyim. Varsa da acaba hangi ortak noktalarda birleştik bu ülkelerle?

Şimdi bir çok reklamcı adayı arkadaşım bu soruların cevaplarının çok basit olduğunu düşünebilir… Peki gerçekten de çok mu basit? Eminim cevaplar arasın da bizi çok şaşırtacak olanlar çıkacaktır. Bütün bu soruları cevabını bilmek, benim gibi reklamcılık dünyasına girmek isteyen arkadaşlar için çok önemli diye düşünüyorum. Strateji hazırlarken, yaratıcı çözümler ararken eminim işe yarayacaktır bu cevaplar; Çünkü en kolay ve en net iletişimin yüz yüze yapıldığını hepimiz biliyoruz. Karşımız da ki insanın yüz ifadesiyle neyi anlatmak istediğini, neye kızıp, neye güldüğünü, hayat motivasyonunu bilirsek, kısacası onu tanırsak bu bize doğru strateji ve taktik seçimi olarak geri döner diye düşünüyorum.

Yanlış anlaşılma olmasın, erkeklerin reklam konusun da kadınlardan bir adım önde olduğunu söylemiyorum. Sadece kadınların girebildiği ya da onlara özel olan şeyler de elbet var.( misal kadın günleri, kadın kuaförleri ) Anlatmak istediğim iyi bir reklamcı her türlü ortama girip çıkmasını bilmeli. Her ortam da gözlem yapma şansına sahip olmalı ki hep canlı tutabilsin beynini. Sürekli reklam dergileri, kitapları okumakla ya da reklam dünyasın dan insanlarla olmak yeterli olmasa gerek.

Not: Kısacası okeye 4. arıyoruz arkadaşlar, bu yazıdan sonra birisi gaza gelir umarım…

Ali Askar Güneş