6 Ekim 2017 Cuma

‘Umut’muş gibi


Yıl 2008. Ergenliğin de verdiği yetkiye dayanarak Ankara’yı sadece barlarda soluduğum günler... Birahane yahut PUB gibi değil de hani başka bir havası vardır özellikle buradaki barların. İngiliz ve Amerikan kültürünün arasında kalmış bir Türk sentezi sanırım. Akraba evliliğinden doğmuş ama sakat kalmış bir çocuk gibi. Emin değilim. Beylik cümleler kurmaya gerek yok tabi ama öyle bedava mısırla açıklanacak gibi de değil. Her neyse konumuz bu değil.

Genelde nerede olursan ol önce eve gidip üstünü değiştirirsin. Ne zaman dönersin, çok da geç kalmazsın demi kardeşim gibi sorulara cevabın hızlıca ayakkabılarını giyerken verdiğin kapı kapanma sesidir. Dedim ya serde ergenliğin olduğu günler. Raconu vardır her mekanın veya aynı sokakta benzer konsepte yerler olur. Bangır bangır da müzik çalar. Bir bira içeyim de günün yorgunluğunu atayım gibi bir düşünce değil, uzun uzun oturursun; sanki her an bir şeyler olabilecekmiş gibi bir beklentiyle. Neyi bekledik sahi, neyin heyecanıydı o? Sabaha kadar değil de o son otobüse yetişme çabalarımın ayyuka çıktığı günlerden bahsediyorum.

Dedim ya yıl 2008. Hani içeri girdiğiniz zaman ahşap kokusunun değil de ucuzluğun buram buram koktuğu mekanlar diyorum. Duvarları soğuk ve dökük. Kıç kıça oturulan öyle bir mekanda bir arkadaşımın tüm parmaklarında yüzük olan eliyle bira bardağını sıkıca kavrayıp, yüzüksüz elinin olduğu omzu hafif düşürdükten sonra başını öne doğru eğerek, alttan alttan gözlerimin içine bakıp “Dostum, hiç konuşmadan da aynı masada saatlerce oturabilen insanlar gerçek arkadaştır, kardeştir, candır” diyerek sanki gizli bir şey anlatır gibi fısıldaması kulaklarımda çınlıyor hala. Tabi, “Konuşmasana o zaman pezevenk” dediğim ve içinde azı kalmış bardakları tokuşturarak arkamıza yaslanıp bir dikişte bitirdiğimiz an da gözlerimin önünde. O akşamdan beri konuşmuyoruz. Ucuzdu gerçekten. Biraz da su karıştırılmış.

Kendimi ararken kendini arayan benzer karakterlerin arasında, kökenleri çok da eskiye dayanmayan bu yeni kültürün tam ortasında ve gelen her soruya her cümleye kafa atarak beynimde oluşan boşluklarda savrulduğum günleri anlatıyorum… Uzay boşluğundaymışım gibi... Yörünge değiştirebilmek için dokunan bir duygudan sonra yine başka bir dokunan duyguya ihtiyaç duyduğum günler.

Elbette özlemini çekmiyor değilim yaşarken sahiciliğine emin olduğum o duyguların ama ben hiç sessizce aynı masa etrafında konuşmadan oturabildiğim ‘arkadaş, can, kardeş’ biriktirmedim ki. Konuşmayan insanların arasından hızla kaçtım hep. Elbette bazılarınıza diğer türlüsü daha samimi gelebilir ama ben şimdi sizlere sessizliğin sadece beynimdeki boşluğu hunharca büyütmeye yaradığı bugünlerimden bahsediyorum. İhtiyaç duyduğum sessizlikse, uzayda tek başıma olmayı tercih ettiğim günlerden…

Bilmiyorum sizin de yaşamaya cesaret edemediğiniz hayatları, bazen dünyanın öbür ucunda bazen herhangi bir zaman ve mekânda sizin yerinize yaşayan insanları gördükçe içine düştüğünüz boşlukta kaybolduğunuz oldu mu ya da kayıp hayatınızı ararken aynada yüzünüze bakıp peki şimdi neredeyim diye sorduğunuz? Hepimiz aynı şeyleri mi düşünüyoruz? Peki sizin hiç o kayıp izi sürerken devasa surlara çarptığınız oldu mu? Benim olmadı. Ah bir olsa, sur arkasından sesler gelse buradayız buradayız diye. Kapıdaki bekçilerle konuşsam içeri alın beni de diye. Olmadı surları yıkmaya çalışsam. Veya direkt şehrin anahtarını verseler bana. Olmadı işte. Ufukta görüp vardığım yerlerde ne sur var ne de bir çıt.  Dünya yuvarlak ve ben hep başladığım noktadayım. Hooop sil baştan çünkü yeni sayfa diye bir şey de yok. Öyle kendine ihanet ede ede silmen gerekir o yazdıklarını. Uzay boşluğunda asılı kaldığım bugünlerimden bahsediyorum. Sanki insanlığın aradığı o müthiş var oluş hikayesi BİG BANG’deki bulunamayan çekirdek madde; ‘Umut’muş gibi. Emin değilim. Beylik cümleler kurmaya gerek yok tabi ama öyle sessizce arayarak bulunabilecek gibi de değil. Her neyse...